MEVLANA'NIN AHLAK GÖRÜŞÜ ve FELSEFESİ

Bu yapmış olduğum araştırmanın yazılış şeklini okumak isterseniz burada mevcut olacaktır. Ancak isterseniz PDF şeklinde de indirip yararlanabilirsiniz.
Şimdiden hepinize teşekkürlerimi sunuyor ve beğenilerinizi arz ediyorum.
Ben Yiğit Kocaçoban.


 MEVLANA'NIN AHLAK GÖRÜŞÜ

Tasavvuf Felssefesi Neydi? Mevlana Kimdir? Ahlak Görüşü Neydi?
Tassavvuf konusuna kısaca değinelim;
Özet olarak tasavvuf, başta Allah aşkına, sonra işlenilen günah ve yapılan kötülüklerden pişman olup, tövbe etmeye ve onları tekrar yapmamaya, Tanrı"nın yaratığı olmalarından dolayı bütün insanları hoş görüp sevmeye ve bütün canlıları korumaya, almak yerine bol bol vermeye ve açları doyurmaya, buna karşılık kendi nefsini terbiye etmek için fazla yememeye, kötü söz söyleme ihtimaline karşı az konuşmaya, vaktinin çoğunu uykuda geçirmeyerek çalışmaya, topluma ve insanlığa faydalı olmaya dayanır. 

Mevlana"da Tanrı, Güzellik ve Aşk

Mevlana"nın üzerinde durduğu en temel varlık Tanrı"dır. Bu, onun düşüncesinin merkezini oluşturur. Tasavvuf felsefesinde evrende olan bütün şeyler Tanrı"nın yansımasıdır. Mevlana bir gün sema halinde iken büyük bir vecde kapılıp: “Hiçbir şey görmedim ki, Tanrı"yı onda görmemiş olayım(Eflaki I:283)”, diyerek bu görüşü dile getirmiştir.
Haşa dünyada senden güzel bir sevgili yoktur;
Yahutta yüzünü görmekten daha güç bir iş olamaz,
İki dünyada da dostum, sevgilim ancak sensin;
Nerede bir güzel varsa, o da senin ışığındır zaten(Rubailer,37).

Mevlana"da İnsan

Mevlana, tasavvuf felsefesinin etkisiyle son derece alçak gönüllü bir insandı. Bunun için kalabalıklardan kaçardı. Bunun sebebi ise kendisini görenlerin onun elini öpmesinden ve kendisine secde edilmesinden son derece rahatsız olurdu. O, insanlar arasında sosyal tabaka farkılılıklarına göre muamele etmez ve her tabakadan insana karşı alçak gönüllülük gösterirdi(Eflaki I:373).
Kadın ve Erkek
Tasavvufta zıtların birliği esası vardır. Mevlana bunu şöyle ifade eder: Her şey zıddıyla belli olur, meydana çıkar(Fihi Mafih:68). Yani dünyada iyi-kötü, güzel-çirkin, siyah-beyaz, gibi zıtlıklar bulunmaktadır. Bunun gibi insan da kadın erkek gibi ilk bakışta birbirine zıt gibi görünen fakat gerçekte birbirini tamamlayan iki çeşit varlıktan meydana gelir.

Çile

Tasavvuf felsefesi, bir çile felsefesi olarak görülebilir. Nitekim Mevlana, hamdım, piştim, yandım, diyerek bir insanın hayatında hangi aşamalardan geçmesi gerektiğini veciz bir şekilde ifade etmiştir. Demek ki tasavvuf eğitiminin temeli, çileye dayanmaktadır. Olgunlaşmak için insan hayatta sıkıntı ve çile çekmelidir. Bu sayede nefsine hakım olmasını öğrenerek diğer insanlarla iyi geçinebilen uyumlu bir birey haline gelebilir.

Tasavvufta Üç İlke: Zikir, Sabır, Şükür

Zikir

Tasavvuf erbabı, aklından dünya ile ilgili işleri ve diğer insanları çıkarıp daima Tanrı"yı ve onun büyüklüğünü düşünmek ve O"nu anmak durumundadır. İşte zikir budur. Mevlana zikirle ilgili şunları söylemiştir:
Yüce Allah buyurdu ki: “ Ben, kulum beni nasıl sanırsa öyleyim ona; Kim beni anarsa, anarken onunlayım ben. Malında beni ananı, malımla anarım ben; toplulukta beni ananı, toplulukta anarım ben. Kendi kendine beni ananı, kendim anarım Ben(Mektuplar: 140).
Tasavvufta zikir ibadettir. Sıradan insan günün belirli saatlerinde ibadet ederken Tanrı aşkı ile yanıp tutuşan insan, sürekli ibadet halinde ve dolayısıyla Tanrı ile beraber olacaktır. Çünkü seven, daima sevgilisi ile birlikte olmak ister. Ayrıca sadece kul Tanrı"yı anmaz, aynı zamanda Tanrı’da kulu anar.

 

Sabır

Mevlana"ya göre sabır, kişi için bir ibadet, Tanrı"yı düşünme ve anmadır. Tanrı"ya ancak sabırla ulaşılabilir. Sabır aynı zamanda insan için bir ilaç ve huzura kavuşma yoludur. 

Şükür

Mevlana"ya göre şükretmeyen insan memnuniyetsiz, itirazcı, mahrum ve üzüntülü olur. Oysa şükür nimetleri artırdığı gibi, insanı Tanrı"ya ulaştırır. Tanrı"ya ulaşan insanın gönlü zengin olur ve bu yüzden cömert olup fakirlere yardım eder. 
Mevlana ölmeden önce hastalandı ve hasta yatağında arkadaşlarına şöyle vasiyet etti: “Ben size gizli ve açık olarak Tanrı"dan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az söylemeyi ve daima şehvetten kaçınmayı, halkın eziyetine ve cefasına dayanmayı, avam ve sefihlerle düşüp kalkmaktan uzak bulunmayı, kerim olan salih kimselerle beraber olmayı vasiyet ederim. Çünkü insanların hayırlısı, insanlara faydası dokunandır. Sözün hayırlısı az ve öz olanıdır.”(Eflaki II:165). Bu sözler, Mevlana"nın bütün düşüncelerini özetlemektedir.
Mevlana, tasavvuf felsefesinin etkisiyle esas olarak insan üzerinde durmuştur. İnsanın Tanrı ile ve diğer insanlarla olan ilişkilerini incelemiştir. 

Mevlana"da Mutluluk


Mevlana"ya göre insanın mutluluğu, gösterişten uzak, sade bir hayat yaşamak ve diğer insanlara dost olmakla mümkündür. Onun bu konudaki düşünceleri şöyledir:
Mevlana, dostlarına dönerek “Şöhretimizin arttığı ve insanların bizim ziyaretimize geldiği günden beri dünya afetinden rahat edemiyorum. Nitekim Mustafa Hazretleri ne güzel buyurmuştur: “Şöhret afettir, rahat şöhretsizliktedir”(Eflaki I:415-416), dedi.

Ölüm

Mevlana ölüm olayına diğer insandan çok farklı yaklaşmaktadır. Sıradan vatandaşa göre ölüm, dehşet verici bir olaydır. Oysa tasavvufa göre ölüm, korkulacak bir şey değil, ezeli ve ebedi gerçek olan Tanrı ile buluşma ve ebedi hayata kavuşmadır. Onun için Mevlana ölümü şeb-i aruz, yani sevgili ile buluşma anı olarak nitelendirmiştir. 

Akıl

Mevlana sadece sevgi ve aşk üzerinde durmaz, aynı zamanda aklı da ele alıp inceler. Eğer insan, sadece sevgi ve aşk yüklü olursa duygusal davranıp gerçeğe ulaşamaz. Bunun gibi sadece akıl sahibi olup duygudan yoksun olursa, o zaman hayat bir makineden farksız olur ve ondan bir tat alamaz. Bunun için akıl ve sevgi dengesini çok iyi kurmak gerekir.
feLSEFESİ
Fikirleri yaşadığı çağı aşarak günümüze kadar ulaşan, dünya çapında tanınan mutasavvıflardan biridir Mevlana.
Kişilerin gelişiminde içinde bulundukları toplumun yapısı ne kadar önemliyse; Mevlana’nın tasavvuf düşüncesinin hangi dini, sosyal ve kültürel ortamda geliştiğine;
 “Yabancı değil, sizin köyün halkından
Bir dostum, semtinizde bir yer arayan!
Düşman da görünse çehrem, olamam düşman,
Acemce söylesem de Türküm aslen.”
Mevlana Arapça da MEVLA’dan anlamına gelen ve sarıklı ulemaya hitap ederken kullanılan bir kelimedir. Birçok Mevlana mevcuttur. Ancak Celaleddin-i Rumi ile bu sıfat o kadar iç içedir ki MEVLANA denilince herkesin aklına Celaleddin-i Rumi gelmektedir.
Mevlana Celaleddin Rumi 1207 yılında Horasan’da doğdu. İlk derslerini bilginler sultanı ismiyle anılan babası Bahaeddin Veled’ten aldı. Tasavvuf düşüncesiyle iç içe büyüyen Mevlana bir Ahi olan Şems Tebrizi ile karşılaşınca kendi düşünceleri de şekillenmeye başladı. Mevlana Kur’an’a hayrandı. “Ben Kuran’ın bendesiyim” demekten hoşlanıyordu. Bunun yanında, devrinin bütün sanat ve bilim hareketlerini takip ediyordu.
“13. asrın ortalarında, Horasan’dan kalkıp Konya’ya gelen Doğu’lu bir düşünür, o zamana kadar değişik kültür ve coğrafyalardan gelen bilgileri olağanüstü seziş ile kullanarak asırlar sonraki dünyanın, bugünkü Batı Medeniyeti diye bildiğimiz felsefi sistemin temellerini atıyor. Spinoza’ya, Goethe’ye Nietzsche’ye, yollarını açıyor. “Diyebiliriz ki, tüm felsefi sistemlerin en insancası olan Varoluşçuluk’un Heraklites’ten sonra ilk ve gerçek temsilcisi Mevlana’dır,” diyor “Benzersiz Mevlana isimli kitabında Krinton Dinçmen.
YAŞADIĞI DÖNEMİN ÖZELLİKLERİ
Mevlana, 9. yüzyıldan itibaren mutasavvıfların yetiştiği ve özellikle Melâmeti tasavvufunu belli merkezlerinden birini teşkil eden büyük kültür ve bilim merkezinde doğup, beş yaşına kadar orada kalmış, ancak tasavvuf fikirlerini Anadolu’da geliştirmiştir. Her ne kadar çocukluk çağını orada geçirmişse de, babası aracılığıyla aldığı eğitim, 6. ve 8. yüzyıllarda Türk, İran, Arap kültür akımlarının potasında oluşmuştur.
Anadolu’da ise o dönemde başta Endülüs, ve Kuzey Afrika kaynaklı Muhyiddin Arabi, Mısır, Suriye ve Irak kaynaklı Sühreverdilik, Vefailik, Kalenderilik, Orta Asya ve İran, özellikle de Horasan kaynaklı Kübrevilik, Yesevilik ve Haydarilik gibi tarikat şeklinde teşkilatlanmış tasavvuf akımları yaygın bir etkiye sahip durumdaydılar. İçinde bulunduğu çevre, İslam, Hıristiyanlık, Yahudilik, Zerdüştlük ve tasavvuf gibi dini mekanizmaları tanımasına yardım etti. Moğolların ve Haçlıların meydana getirdiği korku ve güvensizlik ortamında insanların psikolojik durumlarını gözlemledi.
8.yüzyılda Anadolu’da Selçuklu Devletinin sağlamaya çalıştığı otorite, bir anlamda çeşitli tasavvuf akımlarının buraya yönelme gerekçelerinden birini oluşturmuştur. Anadolu’da medreseler gelişip de kendi ihtiyaçlarını karşılayıncaya kadar, din bilgini, kadı ve ulema ihtiyacı başta İran ve Horasan olmak üzere diğer İslam ülkelerinden karşılanmıştı. Bu durum Anadolu’da şekillenen Müslüman Türk hayatı üzerinde derin etkiler doğurmuştur. Bu dönemde Kalenderi, Haydari ve Vefailerin konar-göçer Türkmen aşiretleri arasındaki faaliyetleri, İslam öncesi inanç motifleriyle zenginleştirilmiş bir çeşit halk tasavvufunun temelleri atılırken, özellikle şehir merkezinde kökleşmiş mistik sembolizme felsefi boyut getiren Vahdet-i Vücut düşüncesi de gündelik hayata giriyordu.
İlk planda yüzeysel bir şekilde İslamlaşan ve geleneksel inanç ve adetlerine sıkı bir biçimde bağlı olup, hoşgörünün temel karakteristiğini oluşturduğu Anadolu’daki Türk din hayatı, önce Fars yorumundaki Müslümanlığın özellikle şehirlerde ağır basmaya başladığı ve sufiliğin hakim bir gelişme gösterdiği bir duruma yönelmiş; kelam, fıkıh ve Sünni tasavvufun ağırlıklı olduğu medrese çizgisi bu durumun zaman içinde şekillenmesine imkan vermiştir.
Anadolu şehirlerindeki ikili kültür yapısı nedeniyle, rahiplerle fakihler arasında İslam ve Hıristiyanlıkla ilgili teolojik tartışmalar yapılmaktaydı. Mevlana, Anadolu’daki bu soyso-kültürel yapı içersinde, dini şekilci yönüne ağırlık veren medrese eğitimi ile toleransın uygun zemin bulduğu Selçuklu geleneğinin etkin olduğu bir ortam içinde düşüncelerine yön veriyordu.
Yaşadığı dönem içersinde Mevlana, Moğol saldırıları ve baskısı altında sıkıntılar çeken Anadolu halkına, medresenin veremediği dinginliği, acı ve sıkıntı içindeki gönüllere hitap eden söylemiyle yerine getirdi. Bir anlamda bu dönemde manevi birlik ihtiyacına cevap verdi.
8. yüzyıl Anadolu’su şeyhlerin, derviş ve babaların yoğun olarak ortaya çıktıkları bir dönemdi ve böylesi bir gelişmenin dini olduğu kadar, dönemin tarihsel, siyasi ve ekonomik koşulları ile de bağlantılı olduğu da gerçektir. Moğol baskısının toplumda yarattığı kötümserlik, karmaşa karşısında tasavvufun ve tarikatların avutucu telkinleri, Anadolu’nun dini hayatına ve Mevlana’nın düşüncelerine kazandırdığı işlevler açısından ayrı bir öneme sahiptir. Öte yandan Türk dini tarihinde tarikatların çeşitli halk gruplarıyla olan ilişkilerine bakıldığında, daha Ortodoks eğilimi olan Kadiri, Halveti ve Nakşibendî tarikatlarına karşılık Bektaşilik ve özellikle Mevlevilik, halkın kültürel kökenlerinden gelen eski Türk inançlarıyla birlikte Hıristiyan pagan inançlarına daha esnek kaldığı, daha hoşgörülü olduğu kabul edilen tarikatlardı.
MEVLANA FELSEFESİ
Mevlana felsefesinin temelinde aşk vardır. Mevlana’ya göre tanrıya ulaşmak için gerekli olan en önemli şey aşktır.
Mevlana’nın sevgisi evrenseldir, ırk, din, dil ayrımı yapmadan tüm insanları kapsar. Tasavvuf inancını sadece bir nazariye olarak benimsememiş, günlük hayatına da mal etmişti. Kadına büyük önem vermekte,“Sizler kadının kapanmasını istedikçe, herkeste onu görme isteğini kamçılamış olursunuz. Bir erkek gibi, bir kadının da yüreği iyiyse, sen hangi yasağı uygulasan da o iyilik yoluna gidecektir. Yüreğin kötüyse, ne yaparsan yap, onu hiçbir şekilde etkileyemezsin” diyerek erkekle eşit olduğunu savunmaktaydı. Mevlana sevgisini diğer din ve ırklardan olanlara da göstermiştir. Nitekim öğrencileri arasında Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Rumlar, İranlılar, Araplar, Ermeniler bulunmaktaydı. Mevlana, tüm dinleri bir görmekte, dinler arası ayrılığın Tanrı ile bağdaşmayacağını düşünüyordu. Sonuçta asıl mesele insandı ve dinler, felsefeler ve ahlak sistemleri insanı daha mutlu, daha değerli yapma yolundaki vasıtalardı. O’na göre tüm insanlar, tanrının bir görüntüsüydü.
MEVLEVİLİK
Mevlevilik, Tanrı ile evrenin birliği görüşüne dayanır. Tanrı, yarattığı evrende ortaya çıkar. Evrende var olmak, Tanrı‘nın bir görünüşüdür. Gerçek varlık Tanrı‘dır. Her şey Tanrı‘dan gelir, sonunda gene Tanrı‘ya dönecektir. Tanrı, bir bütünlük içinde evreni kuşatır. Tanrı‘dan başka varlık yoktur.
Mevleviliğin benimsediği ve Mevlânâ’nın eserlerinde dile gelen bu anlayış, yeni değildir; varlık birliği (vahdeti Vücut) görüşüne dayanır. İnsanda, ruh denen, Tanrısal bir öz vardır. Ruh, insan varlığının en yüce özüdür. İnsana insanlık değeri kazandıran bir cevher’dir.
İnsanı gerçeğe ulaştıran, Tanrısal özün sırlarına erdiren, akıl değil aşktır. Aşk, insanın özünde, Tanrı‘ya karşı duyulan en derin bir özlem niteliğini taşır. Aşkın özünde dile gelen, sezgidir. Aşk ile sezgi birbirini bütünleyen iki manevi güçtür. Onlar birbirinden ayrılmaz. Sezgi ile aşk, insan ruhunun kavrayış, anlayış gücüdür; bilme, öğrenme yeteneğidir.
İnsan, yalnız aşk ile olgunlaşır, gerçekleri, Tanrısal sırları kavrayabilecek olgunluğa ulaşır. Bütün yaratıklar, sema ederler, kendi dillerince Tanrı‘yı anarlar. Tanrı, sürekli yaratış eylemi içinde olan, daima kendini yenileyen, bütün varlık evrenini bir yüce bütünlük içinde kuşatan iradedir, sevgidir, nurdur.
Bu sıra ermenin yolu «aşk ile yanmak, aşk ile pişmek»tir.
Mevleviliğin anladığı aşk, insanın insana karşı duyduğu geçici, beşeri muhabbet değildir, Tanrı‘ya duyulan sınırsız, derin ve karşılıksız bağlılığı gerektiren sevgidir, sonsuz coşkunluktur

MEVLEVİLİKTE SEMA
“Sema” nın sözlük anlamı; işitmek, güzel ve iyi şöhret, anılış anlamına gelir. Terim olarak musiki nağmelerini dinlemeye, dinlerken vecde gelip harekette bulunmaya, kendinden geçmeye, oynayıp dönmeye denilmiştir. 
“Eğer bir atomu, kesersen, ortasından bir güneş ve güneş etrafında da durmadan dönen gezegenler görürsün” der Mevlana. Evrendeki en küçük alemden en geniş aleme kadar her şeyin sürekli dönme eylemi içinde olduğunu açıklar. Mevlana ‘ya göre önemli olan bu bütün içerisinde insanın kendi gerçeğini araması, uyanması ve hakikate yani Bir’e yükselmesidir:
Sema insana doyuma, uyuma ve güzelliğe ulaşmanın yöntemlerini verir. Bir eğitim ve öğretim metodu içinde “insan-ı kamil” in yani ideal insanın tohumlarını atmayı amaçlamaktadır. Mevlana için önemli olan, sözü ile özü, inançlarıyla davranışları, şekli ile ruhu arasında uyum ve tutarlılık olan insanlardır.
İkinci düzey “ Ruhani Sema” dır. “Ruhani Sema” tasavvuf yolunda olgunlaşmış kişilerin içinde tanrısal sırların doğmasını ve oluşması sağlayan semadır. Mistik adamı yani “Velinin” ulaştığı ve tanrısal sırlarla yaşayan kişilerin “Sema”sı ise “ Rabbani Sema ” olarak adlandırılır.
SEMAHANE VE SEMAZEN GİYSİLERİ
Semahane genellikle sekizgen şekildedir ve evreni temsil eder. Semahaneye girişin tam karşısında şeyh postu vardır. Post ile girişim arasında olduğu varsayılan çizgiye “Hatt-ı İstiva” denir. Bu, gerçeğe ulaşan “Bir”liğe en kısa yoldur. Bu çizgiye ayinde şeyhten başka kimse basamaz. Şeyh Mevlana ‘yı temsil eder. Post ise en büyük manevi makamdır. Kırmızı rengiyle doğuşu ve var oluşu temsil eder.
Semazen nefsinin ölümünü temsil eden özel bir kıyafet giyer. Başına giydiği sikke mezar taşını, hırka mezarını, hırkasının altına giydiği beyaz tennure kefeni temsil eder. Otururken ölmüş sayılan derviş, adeta sur sesini duyup dirilir. Tanrı adeta bir noktadır. Hızla dönüşünden, gerçekte yok olan bu alem var gibi görünür. Mutlak varlığın devri adeta bir dairedir. Bu dairenin sağ yanındaki kavis zahir alemdir, sol yanındaki kavis ise içrek alem. Şeyh makamı mutlak varlık makamıdır. Oradan kapıya kadar çekilen “ Hatt-ı İstiva” bu daireyi hayali iki kavise ayırır. Bütün varlık alemi, bu hayali dairede oluşur. eder. Mürit de bu oluşuma uyup döner.
Sema’da kolların açılıp sağ elin açık, sol elin parmaklarının yere doğru sarkık, başın sağa doğru eğik yüzü sola doğru dönük oluşu, bir kılıç kabzasını, gövde ve bacaklarsa kılıcı temsil eder.
Sonuç olarak Mevlana"ya göre aşk, dünyanın yaratılış sebebidir. Tanrı evreni sevgi yüzünden yaratmıştır. Nasıl ki, çocuğun bedeni sütsüz yaşayıp gelişemezse, ruhu da sevgisiz var olamaz. Yetişkinler içinse sevgi, bal gibi çok tatlı bir şeydir. Aşk Tanrı"nın vasıflarındandır. Ondan başkasına aşık olmak geçici bir hevestir. Tanrı aşkı ise ebedi olarak devam eder.
Gerçek din sevgidir. Anamız babamız birbirine aşık oldu ki biz dünyaya geldik. Oysa gerçek anamız Tanrı aşkıdır. Çünkü Tanrı peygambere olana sevgisi yüzünden evreni ve insanları yaratmıştır.
 Mevlana"ya göre, gerçek aşk karşılıksız sevgidir, sevdiğin kişinin seni sevip sevmemesi önemli değildir. Ayrıca Mevlana"ya göre şehvet aşk değildir. Şehvetle aşka ulaşılmak istenirse çok uzun mesafelerin katedilmesi gerekir. 







KAYNAKÇA:
        Büyük Larousse Ansiklopedisi-Milliyet Yayınları
Ablay, M. Necati. “Mevlana ve Goethe Panteizmin İki Büyük Temsilcisi”, I. Milletlerarası Mevlana Kongresi Tebliğleri, Konya, Selçuk Üniversitesi Yayınları, 1988,147-158.
Ahmet Eflaki. Ariflerin menkıbeleri I, Çev: Tahsin Yazıcı, İstanbul, M.E.B. Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi 62, 1995.
___________Ariflerin menkıbeleri II, Çev: Tahsin Yazıcı, İstanbul, M.E.B. Bilim ve Kültür Eserleri Dizisi 62, 1995.
Birand, Kamıran. İlkçağ Felsefe Tarihi, Ankara, A.Ü. İlahiyat Fakülte Yayınları,1987.
Bolay, S. Hayri. “Mevlana"nın Akıl Anlayışı”, II. Milli Mevlana Kongresi Tebliğleri, 3-5 Mayıs Konya, Selçuk Üniversitesi Yayını, 1987,165-170.
Diyanet İşleri Başkanlığı. Riyazüs-Salihin, Çev. H.Hüsnü Erdem, Ankara, ?.
Enginün, İnci. “Romancılarımız ve Mevlana”, Konya, II: Milli Mevlana Kongresi Tebliğler, 1987,27-36.
Eröz, Mehmet. Türkiye"de Alevilik ve Bektaşilik, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayını, 1990.
Fazıl, Necip, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 1982.
Fığlalı, E. Ruhi. Türkiye"de Alevilik ve Bektaşilik, Konya, Selçuk Yayınları,1996.
Fırat, Atilla. “Anadolu Aleviliği, Hacı Bektaş Veli Düşüncesi ve Türk Yaşamına Etkileri”, G.Ü. I; Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Veli Sempozyum Bildirileri, Ankara,1999,129-134.
Güngör Erol. İslam Tasavvufunun Meseleleri, İstanbul, Ötüken Yayınları,1982.
Güvenç, Bozkurt. “Felsefi Antropoloji ve Kültürel Antropoloji, Benzerlikler, Ayrımlar, Eğilimler”, Yüzyılımızda İnsan Felsefesi, Ankara, Türkiye Felsefe Kurumu, 1997,191-200.
Jaspers, Karl. Felsefeye Giriş, Çev: Mehmet Akalın, İstanbul, Hareket Yayınları,1971.
Mengüçoğlu, Takıyettin. “Ontolojik Esaslara Dayanan Felsefi Antropoloji Hakkında Düşünceler”, Yüzyılımızda İnsan Felsefesi, Ankara, Türkiye Felsefe Kurumu, 1997,1-7.
Mevlana Celalettin. Fihi Mafih, Çev: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1959.
_______________ Mektuplar, Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1963.
_______________Mesnevi ve Şerhi, Şerh eden: Abdülbaki Gölpınarlı, Cilt 1-VI, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayını, 1989.
________________Rubailer. Hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1964.
________________Mecalis-i Seb"a-Yedi Meclis, Hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı, Konya, Konya Turizm Derneği,1965.
Sayılı, Aydın. “Ortaçağ İslam Dünyasında İlim”, Ders Notları, A.Ü.DTCF, Felsefe Bölümü,1970.
Tercüman Gazetesi. Mezhepler ve Tarikatlar Ansiklopedisi, İstanbul, Tercüman Aile ve Kültür Kitaplığı Yayınları,1987.
Türkiye Diyanet Vakfı. Kur"an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Ankara. Diyanet Vakfı Yayını.1993.
Yarkın, Münir. Büyük Filozoflar, Türkiye İşbankası Yayını,1969.
Yeniterzi, Emine. Mevlana Celalettin Rumi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1997.




Yorumlar